Taşındık.

Ama kapıdan dönmeyeceksiniz

İnternette her  home  birbirine komşu.

Bu kapıyı tıklayın: www.opmkitap.com



Kesmece! - Tadımlık okumalıklarımız

Bu sayfada kitaplarımızın başlangıcından birkaç satır bulacaksınız. Alıntının sonundaki »Biraz daha okuyayım« linkine tıklayarak her kitabın daha uzun bir bölümünü PDF formatında cihazınıza indirebilirsiniz. İyi okumalar!

Anneannem Rodu
TAM ADI RODOTHEA K. KARMIOTIS OLAN VE kitaplarının sayfalarında dalgalı ve asimetrik harfleriyle aldığı notlarını okuduğum ufacık tefecik, tatlı anneannem Rodu, Küçük Asya’dan göçmen gelmişti Kıbrıs’a. Türkiye’nin hangi bölgesinden, kaç akrabası ya da hemşehrisiyle beraber adaya geldiğini bilmiyorum, hiçbir zaman söylemedi. Söylediyse de artık ben hatırlamıyorum. Küçük bir çocukken ona, “Babaevin nerede, anneanneciğim? Annen baban nerede gömülü?” diye sorduğumda, arteritten deforme olmuş parmaklarıyla kuzeyi, Girne denizinin ilerisinde silik bir görüntü oluşturan, Karaman tarafındaki dağları işaret ederdi, ağzından bir kelime çıkmazdı.
    Komşu Karmi köyünden dedem Kostis Karmiotis’i ona kim eş olarak uygun görmüştü, bunu da bilmiyorum. Dedemin kendisine soramadım, çünkü kara kıtayı Akdeniz’in kuzeyinden en güney noktasına kadar bağlayan demiryolu hattının kurulması ve bakımında ustabaşı olarak çalıştığı Afrika’dan, Kıbrıs’a çok nadir olarak bir aylığına gelirdi.
Ergenlik çağına girip de biraz olgunlaştığıma ikna olduklarında, “Genç ve güçlüyken üç yılda bir gelirdi ‘Afrikalı’ …” demişti bana oğulları, cingöz ve patavatsız dayılarım Andreas ve Fotis, “… annemizi hamile bırakıp tekrar giderdi. Şimdi ihtiyarladı, daha nadir geliyor. Zenci çocuklarıyla oturuyor …”   Biraz daha okuyayım.

 

1
KORKU ANİDEN GELDİ. Ve görünüşe göre sebepsiz. Bir an ortada yoktu. Bir an sonra ise benim yeni bir boyutum olmuştu.
    Ona neyin sebep olduğunu boşuna arıyorum. Gizli şekilde süregelen, tanı konulamaz ne zamandır olduğu bilinmeyen psikosomatik bir anormallikti de şimdi, yabancı bir ülkede, evimden ve alışkanlıklarımdan uzakta ortaya çıkacak uygun şartlarını mı buldu? Gazetenin satır aralarında yorgunluk ve yolculuk heyecanlarının gölgelediği, süzülemeyen ve değerlendirilmemiş olarak içime işleyen bir haberdi de birdenbire tehlike alarmı mı vermeye başladı? Hafızanın geri püskürttüğü, fakat buna karşı bilinçaltının hapsettiği, Dante’ye özgü bir kâbustu da şimdi içime yayılıp beni kirletiyor mu? Büyük savaştan kalma çocukluk korkularım mı, yoksa gözaltında, ölüm mahkûmları hücrelerinde, darağacında dostlarım ve akrabalarımın yaşadığı, uykularımı kaçıran şeyler mi, Mücadele’deki telaşlarım mı?
Biraz daha okuyayım.

Ayrılık Limanında
“Meryem Ana yardım etsin de gemi erken gelsin, atalım kendimizi içine, kurtulalım …”
    Maria kâh bunu üst üste tekrarlayıp, elini gözlerine siper edip boynunu uzata uzata Antalya yönüne bakıyor kâh derin derin nefes alıyor, avuçlarını açarak gözlerini gökyüzüne çeviriyordu.
    “Kurtar bizi Bakire Meryem, kurtar bizi.”
    Her şeyi gizli gizli yapıyordu. Çocukları Pandelis, Angeliki ve Anastasia başlarına gelen büyük felaketi duyup da korkmasınlar diye fısır fısır konuşuyordu. Yanında biri beş diğeri altı yaşındaki kızları ve yeni çıkmaya başlamış bıyığı, iri cüssesiyle, olduğundan daha büyük gösteren on dört yaşındaki Pandelis. Gören on yedi yaşında derdi; kimse kapmasın ya da oynarken kaçıp da sürekli artmakta olan kalabalığa karışmasınlar diye sıkı sıkı ellerini tutuyordu kardeşlerinin.
Biraz daha okuyayım.

  

2020 yılında
bayram şekeri
olarak ikram ettiğimiz
bu e-kitabı

pandemi boyunca

bedelsiz indirip
okuyabilirsiniz

 

İndirmek için tıklayın

 

Köy
John Franklin on yaşına gelmişti bile ve hâlâ hiçbir topu tutamıyordu. Ötekiler oynarken ipi tutuyordu. İp ağacın en alt dalından havaya uzattığı eline kadar uzanıyordu. John ağaç kadar iyi tutuyordu bir ucunu, kolunu oyun bitene kadar indirmiyordu. İp tutucu olarak Spilsby’de, hatta Lincolnshire’da onun gibi bir çocuk daha yoktu. Belediyenin penceresinden kâtip bu tarafa bakmaktaydı. Bakışı takdir eder gibiydi.
   Belki bütün İngiltere’de bir saat veya daha da uzun bir zaman ayakta durup ip tutabilen bir kişi daha bulunmazdı. John bir mezarın haçı kadar sakin duruyor, anıt gibi dikiliyordu. »Korkuluk gibi!« diyordu Tom Barker.
   Oyunu izleyemiyordu John, yani hakem de olamazdı. Topun yere değdiğini kesin biçimde göremiyordu. Bilemiyordu, birisinin o an tuttuğu şey gerçekten top muydu, veya: Topun ulaştığı kimse topu yakalamış mıydı, yoksa ellerini uzatmakla mı yetinmişti? John Tom Barker’ı gözlüyordu. Nasıl oluyordu bu tutma işi? Top Barker’dan çıktıktan bir hayli zaman sonra farkına varıyordu John. Canalıcı noktayı gene gözden kaçırmıştı. Tutmak: Hiçbir zaman bu işi Tom’dan iyi beceren bir kimse olmayacaktı; Tom her şeyi saniyesinde görüyor, duraksamadan hareket ediyordu, hatasız.
   Yarın Horncastle’a, panayıra gideceklerdi, sevinmeye başlamıştı bile John, yolu biliyordu. Yaylı araba köyden çıkınca, önce kenarda mezarlığın ışıl ışıl duvarı belirir, sonra fakir mahallesi Ing Ming’in kulübeleri gelirdi, önlerinde şapkasız, sadece başörtülü kadınlar. Köpekler sıskaydı orada, insanların sıskalığı belli olmazdı, bir şeyler giyerlerdi.   Biraz daha okuyayım.

Gemi
»Kesin olan şu ki, hayatta önemli olan birkaç şeyi asla anlamış değilim, üstelik bunların neler olduğunu bile bilmiyorum.«
Weitling bu sözü geceleyin bir kâğıda yazmıştı, daha biraz uykulu, ama alabildiğine coşmuş, esaslı bir bilgiyle dolup taşmış bir halde. Şimdi, yazdığını gündüzün terasta tekrar okurken, bu satırlardaki hava gözüne biraz depresif göründü, ama yanlış değil. İnsanın kendini tanımasının ve daha iyiye yönelmesinin başlangıcı gibiydi yazdığı. Ne var ki, içlerinde bir şeyler barındıran, ama bunları ele vermeyen cümleler ona böyle, gün ortası tat vermezdi. Kararsız kaldı, kâğıdı ne saklamak ne atmak istiyordu. Sağ ayağının dibindeki yer karolarından biri gevşemişti. Karoyu ucundan kaldırdı, pusulayı altına itip mırıldandı: »Tekrar incelenmesi!«
Doğu rüzgârı canlanmıştı. Tekneyi hazırlasa mıydı? Emekli hakim Wilhelm Weitling gözlerini kırpıştırarak Chiemsee üzerindeki öğle sonrası güneşine baktı: Evet, o bakımdan fena bir gün değildi bugün.
Yelken açıp dolaşmayı aslında biraz can sıkıcı bulurdu. Sadece, teknenin iyi durumda olduğundan, su almadığından, yelkenin doğru dürüst açıldığından, makaraların paslanmadığından, halatların üstlerine düşeni yapabildiğinden emin olmaya yarardı. Bunları tesbit etme işi de bir çeyrek saat içinde olup bitiyordu, ya sonra? Sonra zaman geçiyordu, çok zaman. Ayrıca, şu yelken kullanma eziyeti sırtını ağrıtıyordu, omuzlarını da; güneş yanıklarına yol açıyordu, bir de, rüzgar uyuyup kalmışsa, bir çeşit melankoliye. Buna karşılık insana keyif veren şey, teknenin bakımıydı, bütün o ıspatula, cila işleri, kontroller, vidalamalar, zararların ve tehlikelerin önceden kestirilmesi. Şaşılacak bir şey yoktu, tekne sahiplerinin teknenin altında geçirdikleri zamanın, içinde ve suda geçirdiklerinden uzun olmasında. Habire teknenin bakımını yapmaktan yelken açmaya fırsat bulamadıkları yollu yakınmaları, o zevkin önemli bir parçasıydı.    Biraz daha okuyayım.